Depresyon ile Devrimcilik Arasında Kadıköy

Categories YazılarPosted on

 

Dünyaya atamadığı tokatları kendine atan insanların, hakkaniyetli bir sessizlikleri oluyor.  Kimselere demedikleri bazı delilikleri, içlerine attıkları adaletleri oldu. Bir yarık açarlar dünyanın içine doğru, dünyayı içine doğru derinleştirir, bu derinlik içinde kaybolurlar.

 

Kadıköy’den Kartal’a sürüklenen bir minibüsün en ön koltuğunda, şehrin en güzel seyir yerinde yazıyorum bunları.

Şoför dalmış bir şeyler anlatıyor, bir an kavun kokusu geliyor, demek ki çocukluk sesiyle konuşuyor. Batman’da kalan kavun tarlalarını anlatıyor.

Ben camın buğusuna bir şey yazacak oluyorum, yazıyorum, utanıp siliyorum.  Göztepe’nin içine doğru kaybolan sokaklarına bakarak defolup gidiyoruz. Dönüp anlatmaya başlıyorum, anlatıların çağı yeniden başlıyor çünkü.

Mağaralarımızın duvarlarına yansıyan ateşte gölge oyunlarıyla anlatıyoruz, dışarıdaki dünyanın büyük maceralarını. Herkes için değil, dinlemek için yüzünü çiçeklere bozdurmuş olanlar için. Dinlemek istemeyen şurada inebilir.

Derin bir nefes alın, bordo bir çağ başlıyor.

Kadıköy Bizans’tır Yenilmiş bir ordu, dağıtılmış bir süvari birliği gibi doluştuk sokak aralarına Kadıköy’ün. Yenildik evet, düşmanımız kadar gaddar olamadık, düşmanlarımız kadar dirayetli duramadık. Geri çekildik, ellerimizi tutarak birbirimizin, bozgun içindeydik. Şimdi diğerimizin omuzlarına yaslanıp ayakta duruyoruz. Çok yükleniyoruz birbirimize bu yüzden. Çok yükleniyoruz içimize. Ayıp ediyoruz bazen, olsun! Çay içip, pilav yiyoruz. Her duvarda çığlık çığlığa öldürülen çocuk isimleri.

Çay soğuyor, pilav zaten soğuk, duvardaki isimlere sürterek parmaklarımızı Caferağa’ya iniyoruz. Yaz günlerinde büyük kafile yola çıktığında içinde kent sürgünleri, yolunu kaybetmişler, sabah uyuyup akşam uyanan bitkinler, gencecik şairler, öfkeli kadınlar, kedilerini komşuya emanet edip gelenler vardı.  Kafile iyimserliğin kalp atımına doğru sürdü kendini. Kadıköy’ün Haziran’ı böyle başladı.

Kafile orada bırakıp saçlarını, alıp cenk hikayelerini döndüğünde surların içine neredeyse güz başlamıştı. Biz artık Güz demeyeceğiz, Ahmet Atakan diyeceğiz. Eminönü-Karaköy İskelesinin üzerinde asılı kalan adıyla anımsayacağız. Güz barikatlarında yeni bir Kadıköy vardı.  Şiddetin bir estetik anlatım olduğu, öfkenin temiz tuttuğu, cesaretin bulaşıcı olduğu Güz günleri. Moda Caddesinde shortland, Bahariye’de sokak işkencesi, bankalara kundak, devletin bütün şahsiyetine hakaret; yani ki…

Kara, kızıl ve mor bayramlıklarıyla çocuklar.  Ateşin yüzünde kadınlar, sokaklarda sözcüksüz bir neşe. Haftalar, aylar boyunca tazelenmiş yeminler gibi söylenen şarkılar. Söğütlüçeşme boyunca ağlayan insanlar, ağlayarak küfür eden adamlar. Dişlerini sıkarak hepsi, dünyanın gördüğü en tuhaf korolardan biri olup, tüm dünya dillerinden anlaşılacak o sesle yürüyorlar; “Daha 19 yaşında…”

Köpekleri kucaklayıp, kedileri doldurup koyununa ateşin ötesine götürenlerin zamanındayız hâlâ… Balkonlar bizden yana, kırlent işlenmiş havlular bizden yana, namlular bizden değil, kanlı saltanat bizden değil, gazeteler, televizyon kutuları bizden değil.

Çay soğudu. Rüzgâr da sert. Biraz yürüyelim. Yoğurtçu’da kalan güz izlerine bakarız. O Güz parkın içine doluşan kafilenin açmak istediği büyük nefesinin izleri vardır mutlaka. Hararetli konuşmaları ağaçlar tutar akıllarında. Kötü kokuyor. Evet dünya kötü kokuyor, dere boyunca sarhoş balıkçılar var. Parkta, o kafilenin bir yerinde Nejat’ın dallar arasındaki yüzünü görüyorum. Ali İsmail’in yüzünün yanına onu da koymuşlar. Hemen de koymuşlar. Duvarda isimleri uzun sürer. Susuyoruz.

Eski Moda Havuz’ın orada soluk alalım derken Mehmet Ayvalıtaş diye düzeltiyor gencecik biri bizi… Sırtımızı bir taşa veriyoruz. Köpekler geliyor yanımıza, denizden esen rüzgarın içinde bir koku var, kalkıp saçlarını kestiriyorlar. “Sizin için kestim saçlarımı” İncecikten Bir Hayat Yağar Surların içinde huzursuz bir kafileysek hepimiz, dalgınsak, şiirler kötü, uzun yazılar sıkıcı, sloganlar yetersiz geliyorsa. Aklımıza yatmıyorsa programlar, tahliller, sosyal medya ritüelleri yavan kalıyorsa…

Elini nefesiyle ısıtan “Ben bir öç peşindeyim” diye sevdiğine mırıldanıyorsa… “İntihar mı etsem, bir toplum polisi mi öldürsem yoksa…” Köşe bir çay ocağından Zeki Müren “Bir ilk bahar sabahı” diyecek oluyor, YPG marşı geliyor hemen yanına. Taziye çadırları kuruyoruz haftada bir, aynı yerde mumlar yakıyor, çaylar içiyor, eller öpüyoruz. Aziz ve Kader’in yüzleri karışıyor.

Kobanê denen o küçücük kentin içinde seken her kurşun Kadıköy’de tenimizi yırtıyor. Bu günlerin takvimi yoktur, tarihçileri olmaz belki şairleri…

MİNİBÜSÇÜ – “Sason yolunda idi kavunlarım, içlerinde uyurdum akşamları, kargalar bile kıyamazdı didiklemeye.”

Çünkü Kızıltoprak dendiğinde Nilgün Marmara oluyor. Onun inceltilmiş soluktan yapılma şiirleri düşüyor dünyanın ceplerinden. Kaan İnce‘nin haritası var elinde Ankara’dan gelmiş bir oda tutmuştur Kadıköy’de bir isli otelden. Pencereden kumrulara bakmış, kumrular da ona bakmış. Bana bir zaman Ankara’da bir evin su sızdıran camından baktıkları gibi. Bu iyi değildir aslında, kumrular iyidir de o bakışlar iyi değildir.

Martılar var delice büyük, serçeler ise küçücük, serçeler ulan! Onlar var. Onlar olmazsa bunlar olmazdı. Yaşadıklarımız hiç güzel olmazdı.

Depresyon 

Yeldeğirmeni sokaklarında isli bir  akşam iniyor, İskele Sokak’tan denize bakıyoruz, “hala yerinde mi?” Rıhtıma iniyoruz, delice bir müsamere, eklektik insanlık geçidi. Herkesin unuttuğu insanlar birbirini aklında tutarak hayatta kalmışlar sanki. Oteller, pavyonlar arasında yara’sı çiçekli bir Kadıköy hatırası.

Son fotoğraflar çekilmiş, son oyun havaları oynanmış, son mezeler söylenmiş, rakı kadehlerini kırıp gidecekler. Sıkıntı. Kesif bir sıkıntı. Haydarpaşa gölgesinde bozuk bir gece başlıyor. Rastgele bir otobüs servisine binip Kırşehir’e gitsek, sonra orada kaybolsak falan, diyor biri… Kimse gitmiyor Kırşehir’e. Burada kalıyoruz, iyimserliğimiz delice can yakıyor. Fikirtepe’de ucuza ev tutmuş biri, onu anlatıyor.

Şairler uçuşuyor göğünde, kediler duvara intikam sloganları yazıyor, minibüsçüler hep kavunlardan mı bahsediyor? Haziran’dan önce depresyon hep vardı, iki tek vardı, mekan güzel vardı, birinin rüzgarında gitmek kaybolmak vardı… Şimdi de var ama artık eskisi gibi değiliz. Kilisenin çanı eskisi gibi değil, Havra sokağında öpüşenler eskisi gibi değil, aşk eskisi gibi değil! Yağmur falan çok su kokuyor. Aşk falan su kokuyor, kadınların kaşlarında silahlı bazı çağrışımlar,

‘Kemalist teyzeler’in de yüzünde haklı çıkmanın verdiği muazzam bir efkâr. Şiddetimiz öğrenildi, hiddetimizi hesap ediyor muhasebeciler, akıl erdirilebilir haldeyiz insan kaynakları uzmanları için, siyasetçiler için alkışçıyız. Yenilgi aslında burada, yengi de burada, rüzgarda savrulan saçlar kadar tekinsiz olmalıyız.

 Devrimcilik

Boğa’da buluşup İnan’la, Haydar’ı alıp, bir sokağın içinde Can’ın ora’ya gidiyoruz. Orada bir Berkin var. Berkin’den yapılma bir çağ, bir intikam sesleri var. Bekir Kilerci’nin çınlayan ‘ahh’ı var. Belediye’nin küçük çöp arabaları var, biz varız. Kadıköy’e gelen, yerleşen, eline bir kitap alıp eprimiş bir çayhaneye oturmuş çocuklar var. O çocukların anlattıkça içlerine inen bir elem var… Elem ne güzel kelime.

Kalbin bir kaldırma gücü olmalı. Dünyaya atamadığı tokatları kendine atan insanların, hakkaniyetli bir sessizlikleri oluyor.  Kimselere demedikleri bazı delilikleri, içlerine attıkları adaletleri oldu. Bir yarık açarlar dünyanın içine doğru, dünyayı içine doğru derinleştirir, bu derinlik içinde kaybolurlar.

Surette karşılık bulan asıl, kelimede dirilen hakikat, bir canda nefes bulan kalabalık… Kadıköy artık bir kentten fazlasıdır. Hepimizi bir arada tutan gizli siyaset, hepimizi saklayan merhamet, pahası oldukça ağır hediyedir. Büyük iyimserlik, şiddetli bir içe çökme hali, biriken sözcüklerin zamansız aralığında bunlar söylendi.

Artık sadece dinlemek üzere elem ve neşe öğrenenler için. Kendine bir dil arayan, o dilin adlandırdığı hakikatin hakkını vermek isteyenler için sayıklandı hepsi. Bizi içine alan bu surların içinde bilinmez bir Bizans, hesap edilemez bir yolculuk olarak dururuz.

Bizans sadece bir imge midir? Kavunlar sahiden güzel kokar mıydı? Bu kadar karanlık çocuk, bu kadar hırkalı genç kadın nereden çıktı? Bu duvarları her gün baştan yazan kimin dili… Öç, aşk ve kuş incesi şairleri bizim ömrümüze kim doldurdu. Birlikte öğreneceğiz.

“Üsküdar’dan bu yan lo kimin yurdu!”

 

 

Evren Barış Yavuz, 2015, Kadıköy