“Kuşlar süvariyi ne bilir… Bilmesinler, zaten kalabalıklar onlar için dövüşenleri bilmezler… Bilmezler kuşlar yuvalarını koruyanı, sapanları kıranı, tuzakları bozanı, yeri geldiğinde rüzgârı bile küstüreni bilmesinler… Ben, bunları anlatmak için hayatta kaldım, anlatıcıyım vesselam.”
Kelimeleri tanıdık geliyor Evren Barış Yavuz’un. Evet, onu da yakından tanıyor olmalısınız. Tıpkı Carola gibi, aynı insanlık ailesinin, “başka türlü bir dünyanın” yurttaşlığını taşıyor gibiler. Biraz önce salıverildiğini öğrendiğim Kaptan Carola Rackete hakkında yazdıklarım aklıma düşüyor Evren’in söylediklerini tekrar düşününce. Biliyorsunuz, Alman gemi kaptanı Rackete, İtalyan yasalarına boyun eğmedi ve “mantık ve insanlık dışı yasalara” karşı insanlığın inisiyatifini kullandı. Zira an gelir ki “devlet büyüklerinin” yazdığı saçma yasalara uymamak bazen ahlaki bir görev haline gelir. Meslektaşımız, yazar Mario Vargas Llosa coşkuyla soruyor: “Carola ne yapmalıydı? Denizden kurtarılan ve 17 gün boyunca sürüklendikten sonra fiziksel koşulları çok güvensiz hale gelen, bazıları hayati risk taşıyan o zavallı göçmenleri ölüme mi terk etmeliydi?” Vicdan, adalet duygusu ve sınırları aşan bir anti-otoriter tavır bazen rastafarian’ı çağrıştıran özgür saçlı bir gemi kaptanı olarak, bazen de kuşların süvarisi olarak karşımıza çıkar. Bu ortaklık duygusu, benzer bir halet-i ruhiye meydana getirir. Bazen bir tavır, bazen bir isyan, bazen bir kitap sayfaları arasında kendisini hissettiren o ruh, ne güzeldir! İşte o devlet, sınır, tabu tanımaz halet-i ruhiye, boyun eğmeyenlerin hikayesini yaşayan ve yaşatanlara aittir. Onlar, özgürlüğün sesini bizlere ulaştırır. Dilin Sesini, Haziran’ın Sesini, Sürgünün Sesini. Evren Barış Yavuz da bu seslerin peşinden uçan bir süvaridir. O zaman, biraz ona ses verelim, soruyoruz:
İlk kitabın TUZSUŞEKER, şimdi elimizdeki bu eser; Kuşların Süvarisi. Kitabın sunumunda da ömrünün büyük bir kısmı bir Süvari gibi geçmiş… Nereye koşuyor ya da uçuyorsun?
İlk kitap 2009’da çıkmıştı. Şimdi 2019’da ikinci kitap… Ben bunlara defter diyorum. İçinden geçtiğim çağa, mekanlara, insan öykülerine dair tuttuğum notların dökümü bunlar. Çetele gibi, hafıza tutma gibi biraz da. Şimdi üçüncü deftere başladım. Üçüncü defterde bu zamana bir dil aramaya devam edeceğim. Bir dil, bir sözlük, bir duruş biçimi aramaya devam edeceğim. İkinci kitap olan Kuşların Süvarisi, ilk kitabı da içeren, ona bakan bir tamamlama hali aslında. İlkinde daha fazla şiire yaslanma vardı. Şiirin olanakları için anlatılmamış olanı anlatma, kimsenin aklında tutmadığını hatırlatma çabası vardı… Şimdi öyküleme ve karakterleştirmeyle bir yol arıyorum. Ama ikisi de anlatı idi, ben anlatıcılığı başa yazıyorum bu bahiste.
Evren Barış Yavuz, aslında bir yazardan çok anlatıcı diyerek tarifliyor yaptığı işi. Ekmeğini bundan kazanma maksadı yok; o yüzden bir meslek gibi değil de bir dert olarak, yeryüzünü, kendini, zamanı anlamanın bir yolu olarak yazmayı, anlatmayı seçiyor. “Nasıl bir dil bu” diye soruyorum:
Özgün, özge bir dil arıyorum Murat… Biri bir şeyi okuduğunda adımı görmese bile tanısın istiyorum… Elbette tamamlanmış bir süreç değil bu, metinler tamamlanmaz, anlatı bitmez… Anlatacaklarımız varsa daha ona uygun biçim, biçem, yordam aramaya da devam edeceğim. Anlatmaya, anlatarak onarmaya devam edeceğim.
Yerel ve evrensel hangi yazarlarla “akrabalık” hissediyorsun? Kimleri ustan olarak, ilham vericilerin olarak ve yoldaşın olarak görüyorsun?
Okuduğumda beni heyecana boğan çok metin oldu. Yakınlık, duygudaşlık arasında tercih elbette çok zor. Bu anlamda William Faulkner’dan Hüseyin Kaytan’a, Ece Ayhan’dan Ulus Baker’e yayılan bir çarpışmalar toplamı aslında geleneğim… Hepsinde gördüğüm o vasata teslim olmama, dili kırma, yıkma… Dilsiz olanı konuşturma çabası beni etkileyen.
“Ankaralılık”, bu kavruk ve esmer şehir, gerek kültürel evriminde gerekse de yazınsal yeteneklerinin gelişmesinde belirleyici oldu. Ama artık “Bizans” senin şehrin oldu. Bir fikir işçisi olarak Konstantin’in şehri ile Cumhuriyet’in Ankara’sı ruhuna nasıl bir etkide bulunmakta?
Ankara’ya sonradan giden herkes gibi bende önce boğuldum, sonra dibe çöktüm. Sonra bir an… Dipte nefes aldığımı, alabildiğimi fark ettim. Dibe çökünce anladığım, yeni bir soluma biçimiydi. Bu soluk Ankara’nın satır aralarında saklı. Bir kente hangi pencereyi açarsanız o kent size öyle konuşur. Ankara’nın içinde sokaklarında kendinizi bağladığınız tarihin, öykünün izleri varsa, o izlere basarak bir iç kent kurarsınız. Ankara’da bir iç kent kurmak kolaydır. Kurduğum ve bana detaya bakmayı, sıkılmaktan korkmamayı öğreten Ankara’ya müteşekkirim.
Peki ya İstanbul?
Doğduğum İstanbul ise bir muamma. Ankara olmayan her şeyin kenti. Zamanı başka akan, hafızası başka işleyen bir insan denizi. Ben İstanbul’da Kadıköy’ün saçağına durdum. Kadıköy’de bir büyülü şey vardı. Şimdi ifadesi zor… Ama büyülü bir şey. Ben İstanbul’a bir Kadıköy’den bakıyorum aslında. Beni başka ile tanış eden, beni öteki-beriki ile temas ettiren bu kent, Ankara’dan öğrendiğim zamanın sınanması oldu. Değiştirdi, kendine benzetti. Ama ona da anlam yüklemek zor olmadı. Tragedya kahramanının döngüsü gibi, çember açıldığı yerde kapanır.
Kuşların Süvarisi’ndeki anlatılar hangi dönemleri içeriyor? Bu İç Ses kitabında bilinçlerimize aktarılan sesler nereden geliyor?
10’ar yıllık dilimler var içinde. 1999’dan 2009’da bir hafıza, 2009’dan 2019’a gelen 20 yıllık bir yaşam belleği. İçinde bu zamanın bize, bana dair her öznesi, her vakıası var. Bana dokunan, benim dokunduğum, sarsıldığım ve sarstığım tüm zaman içinde bir biçimde konuşuyor. Yaşananları anlatmaktan öte, insanda, bitkide, suda nasıl izler koyup gitti bu zaman onu anlattırmak derdimdi. 20 yılın defteri böylece kapanacaktı. 19 Aralık’tan, 2000’lere, Hrant’tan, Gezi’ye… Coğrafyanın sancılı, kudretli ev hafızalı bir dönemine, kendimce bir tanıklık ettim. Kendi hafızama kıymet vermek istedim.
Aslında bu eser “iki kitabı” içeriyor gibi. “Sesler” dizilimi, ve sonrasında “Öfke” kasideleri. Başlangıçta bu iki ayrı temayı farklı iki kitap olarak mı kurgulamıştın yoksa metni birleştirirken bilinçli bir seçim mi söz konusuydu.
İfade oluşları ve zamanları farklıydı Murat… Zamandan akıttım, ses vermeye dönmüş bir anlatımdı. İlkinde ses kitabı açıktı. Sonra öfke yerini aldı. Sonra Ses ve öfke birleşti. Aslında birbirini gören, içindeki oyuncuların sürekli girip çıktığı teatral bir anlatımdı aradığım. Bu nedenle bir tür tanımı yapmak hayli zorlaşıyor, tür olmayınca metnin genel kurgusu da bilincin, duygunun akışına göre oluyor. Biraz da zaman elbette.
Sol gelenekten gelen bir yazarsın, kitabın alt metinleri de çoğu yerde “devrimci sosyalist” bir gencin bilinç akışlarını içeriyor. peki “Radikal Sol” kavramı, bir genç entelektüel olarak 2019 yılında senin için ne ifade ediyor? Ve /veya genç okurlar için günümüzde “solculuk” müessesesi nasıl anlaşılmalı? Bunu şunun için soruyorum; Yunanistan’da Radikal Sol Koalisyonu / Syriza iktidara geldiğinde çoğu insan büyük bir mutluluk yaşadı ama pratikte çoğu insanlar da büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Sen, o deneyimi, Türkiye’deki yansımalarını ve geleceğe dair sosyalizm tahayyüllerini nasıl kelimelere dökerdin?
Aslında toplumsal mücadele coğrafyamızda çok eskiye dayanıyor. Yoksullar tarih boyunca hak aramış, ayağa kalkmış, zorbalığa karşı durmuş bir yol aramış daha adil bir dünya için. Bu bizim kökümüz. Bu köktür edebiyata da, sanata da can suyu veren. Benim açımda bakıldığında, anlatıcılık içinde olduğun zamanın kaydını tutmaya dönüşüyor. Kitap 20 yıllık son derece sıkıntılı kanlı, kederli, kayıplı bir zamana bakıyor. Bu baktığı zaman içinde hayat ve mücadele gelişti. Şimdi hayatın merkezinde durduğu yeni ortak yaşam duygusu gelişti. Sosyalist, anarşist, feminist, sosyal demokrat, inanç, kimlik ve cinsiyet mücadelesi veren herkesin bir araya geldiği bir ortak zemin kurmak, bir partiden, bir seçimden, bir iktidardan daha değerli. Ben “antifaşist” olmayı değerli buluyorum. Sanatçı antifaşisttir. Faşizmi geniş bir çember içinde alırsak, sanatçı, zorbalığa, ayrımcılığa, sömürüye tavırlı olandır. Tavır hem duruştur, hem de mücadeledir. Bunu sağlarsak hayal kırıklığına düşmeyiz, hayal kırıklığını onarır, kendini kurar, kendini yıkar gerekirse.
Teşekkür ediyoruz Evren Barış Yavuz’a ve Kuşların Süvarisi ile başladık, yine kitaptan bitiriyoruz, Hayat Öfkesi adlı bölüm aracılığıyla:
“Kimseye hakkını veremediği için yeryüzünde rüzgâr diye bilinen bir tene basarak yürüyenler olacaktır. Öyküsü anlatılsın diye canını bozduran bir kavim gibi, hayali anlaşılsın diye ömrünü döken bir nesil gibi, sevinci yutkunulsun, varını yoğunu döken hepimiz gibi…
Şimdi zamanın yırtıklarından olmakta olan, yürümekte olan, şiddetlenmekte olana bakma vaktidir.”
(Murat Arda’nın Evren Barış Yavuz röportajı, EK Dergi’de yayımlanmıştır.)