Ç.G - İletişim alanındaki gelişmeleri takip ettiğimizde medya üzerindeki kontrolün bir iktidar mücadelesi haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. İletişim biliminin teknolojiyle birlikte hızlı bir biçimde gelişmesini dikkate aldığımızda gelecekte insanları karanlık ve distopik bir yaşam beklediğini söyleyebilir miyiz?
Bahsi edilen distopyanın içindeyiz. Bizatihi o anlatılan karanlık öykü, anlatıldığı zaman dilimi içinde, böylesine bir medya ve iletişim düzeyini ve bu düzeyin bilinci bu denli belirlediği bir aşamayı ön göremezlerdi. Gidilecek yer bu anlamda tükendi kanımca. Hızın tüm modern mitoslar içindeki en güçlü mitos oluşuna tanığız. Fazlasıyla hızlandırılmış bu zamanın için, kendi varlığımızı, etrafımızda olanları, geçmiş ile gelecek arasındaki bağlantıları kuramayacak denli dumura uğratılıyoruz. Küresel düzen kendini hız ile kurgularken, bu hızın ürünlerini de üretti. Bilincin metayı belirlemesine alışkınızdır. Çağın akışı içinde ise meta bilinci yeninden ve yeniden belirliyor. Kullandığımız ürünlere benziyoruz, onlar gibi yaşıyoruz. Düşünme, görme ve anlamlandırma hatta dilimizi kurma biçimimiz bile metaların tavında dövülüyor. Akıllı telefonlar, akıllı mobilyalar, bilgisayarlar, dijital müzik, sosyal ağlar ve saire… Bir görüntü bombardımanı bu.
Bu distopyanın geleceği aşikardı ama insanlık hazır olamadı. Hazır olunması mümkün de değildir belki de. Büyük değişimler önce eylemi sonra bilinci belirliyor çoğu kez. Şimdi bir karanlık çağın içinde, ona göre biçimleniyoruz. Eğer bir bilinç üretemezsek distopya kazanacak, eğer bir bilinç üretip, yeniden anlam ile, varlık ile, çağımızın yeni değerlerini örgütleyecek toplumsallık ile buluşursak, bu distopya içinde olanak bile barındırıyor. Çünkü bu zaman aynı anda, haritaları anlamsız kılıyor, halkları yakınlaştırıyor, her türlü sahte muhafazakârlığını ipliği pazara çıkarıyor. Karanlık içindeki aydınlık, aydınlığın içindeki karanlık…
Ç.G - İletişim araçlarının sahiplik yapısı, çok konuşulan ama gündeme gelmeyen bir konu. Bu araçların sahiplik yapısını ve iktidar ilişkilerini göz önüne alırsak muhalefetin kendi söylemini oluşturmasının zor olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin bugününü düşündüğünüzde muhalefetin bu çemberi kırabilmesi için neler yapması gerektiğini düşünüyorsunuz?
İçinde bulunduğumuz günler söz konusu olduğunda medya patronajı ve dolaylı iletişim örgütlenmelerinin ne denli önemli olduğu ortaya çıktı. “Kağıt krizi” 2000’li yıllarda hız kazanan kamusal alanların ve kamusal değeri olan ticari işletmelerin yağmalanmasının sonuçlarını ortaya çıkardı. SEKA yoksa kağıtta dışa bağımlılık kitap basamayan bir yayıncılık, süreli yayınını çıkartamayan bir dergicilik ve iflasa itilen gazetecilik sonucunu adeta yüzümüze vurdu. Çünkü biz, bunca zaman dilimi içinde kağıt tedariğini düşünmedik, örgütlemedik, alternatifler ortaya koyamadık. Sadece bu alan olsa keşke. Biz, bastığımız yayını dağıtacak bir dağıtım ağını kuramadık, dağıtım lojistiğini inşa edemedik. Hep bekledik, hep erteledik ve hep yakındık.
Tüm toplumsal mücadele alanlarında yakınma, dağınıklık ve erteleme kolektif bir rehavete yol açmış görünüyor. Eğitim, sağlık, medya, toplumsal dayanışma, lojistik gibi temel alanlarda toplumsal muhalefetin hiç bir gücü yok. Medya sahipliğini etkileyen en önemli faktör biraz da bu. Milyoncalarca insandan söz ediyoruz. her birimiz bir şeyler tüketiyoruz, bir şeylere para ödüyoruz. Tüketimi örgütlenemiyoruz. Tüketimden oluşan gücü, biriktirme gücünü, iç ekonomi kurma gücünü kullanamıyoruz. Medya alanı başta olmak üzere rekabetin yerini somut dayanışma almadığında tüketim alışkanlıklarımız, iktidarı besleyen hatta finanse eden bir hal alıyor. Tüketimi örgütlemek, tüketim yoğunlaştırmayı başarmak üretimi de teşvik edecektir. Onlarca dergi, onlarca gazete, yüzlerce yayınevi bir ortak dağıtım ağı kurabilseler, haraç düzeyine gelmiş ve iktidarca kontrol edilen dağıtım süreçlerine bağımlılık kalmayacak.
Patronajın yerine kolektifleştirmeyi düşünmeliyiz. Bunlar gönüllü çalışmaya dayalı biçimlerden çok istihdam yaratan uzmanlaşmış biçimler olmalı. O vakit medya alanında bir duvar yıkılır. Dijital çağın yarattığı olanak elbette değerlendirilmeli ama bu çağın da açmazlarını aklımızda tutmalıyız.
Muhalefetin çeşitliği bir sorun teşkil etmiyor. Bu çeşitliliğin birbiriyle olan ilişkisi bir sorunsal. Rekabeti tartışmalıyız, grupçuluğu, kıyıcı eleştiriyi konuşmalıyız. Birbirini güçlendiren ve geliştiren ilişki tarzı yerine birbirini örseleyen, öteleyen dili ve söylemi yaşamımızdan çıkartmalıyız. Velhasılı yakınmak yerine örgütlemekten söz ediyorum.
Ç.G - Cumhuriyet gazetesinde vakıf yönetimi değişti ve gazetede ciddi bir kırılma yaşandı. Türkiye’nin önemli gazetelerinden birinde yaşanan bu gelişmeleri kısaca değerlendirir misiniz?
Bu konuda konuşabilecek çok sayıda gazeteci önemli tespitler yaptı. Gazetecilik alanı açısından değerlendirmer yapıldı. Ben bir okur olarak meseleye bakıyorum. Kendimi toplumsal muhalefetin bir parçası olarak meseleye değerlendiriyorum. Bu açıdan bakınca Türkiye’nin 2000’lerden başlayarak 2013’de (Gezi’yi eksene koyarak) son bulan süreçte Liberalizm – Ulusalcılık ekseninde bir politik gerilim örgütlendi. Bu gerilim büyük bir zaman kaybının yanı sıra, kafa karışıklığı, entelektüel istismar ve son tahlilde iktidar bloğuna yarayan bir dağınıklık ortaya koydu. Cumhuriyet Gazetesi tasfiyeleri üzerinden yeniden çekilen kılıçlar bana o süreci anımsattığı için, meselenin ilerici bir eksenle aşılması gerektiğine inanıyorum. Cumhuriyet Gazetesi’nde kalem oynatan bazı isimlerin bahsini ettiğim zaman aralığında “değişim” mottosuyla iktidara dolaylı, dolaysız eklemlendiği aşikar. Ancak bu gün gazeteye hakim olan isimlerin de “koruma” mottosuyla iktidara eklemlendiği aşikar. Burada kazanan her durumda iktidar bloğu oluyorsa bu tartışma dolaysız iktidara doğru örgütlendiğini görebiliriz. Mahkeme kararlarının siyasal bir rejim ile uygulandığını hesaba katarsak, Cumhuriyet’i polis postallarıyla kuşatan güç, mahkeme yoluyla yeni bir kuşatmayı tertiplemiş olabilir.
Aslında konuşulması gereken, “yetmez ama evet” üzerinden gelişen bu kan davasının artık kabak tadı verdiğidir. Siyasal olarak bir felakete yol açan malum sloganı eksene koyarak bütün bir sürecin günahını çıkartamayız. Aynı süreçte kendine “ulusalcı” diyen kanadın tutumları ve eylemleriyle iktidara nasıl cömertçe malzeme taşıdığını unutacak mıyız?
8 Temmuz 2018 itibari ile sona eren parlamenter cumhuriyetin, bu zaman gelene kadar hangi siyasal hatalarla lağv edildiğini cesaretle konuşacak mıyız? Yoksa basit ve sakil biçimde o ona liberal, o şuna ulusalcı diyerek öğütülen zamanın bu ülkenin bir arada yaşam olanaklarını çaldığını görecek miyiz?
Ben “kan davasının” sona ermesi gerektiği ifade ederken bir unutuş önermesi yapmıyorum. Siyaseten bunun aşılması gerektiğini düşünüyoruz. Başta gençler olmak üzere siyasetin ve medyanın yenilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu süreçte adı geçen kişilerin neredeyse tümü medya alanının 40 yılı aşkındır işgal ediyor. Ve bugün yaşadıklarımız içinde sorumlulukları var. Siyaseti, medyayı, demokratik kitle örgütleleri gençleştirmeliyiz. Yoksa “ihtiyarların” bitmeyen kavgası gençlerin geleceğini çalacak.
Ç.G - İletişim danışmanı Evren Barış Yavuz’dan dizi ve film önerisi istesem ilk beş sırada hangileri yer alırdı?
Tümü içindeki en zor soru oldu bu… Ben somut bir öneriden çok, izleme disiplini öneriyorum. Okuma, dinleme ve izleme süreçlerini, seçtikleri şeylerin bilgisiyle ele alırlarsa kalıcı, argüman oluşturan bir birikim ortaya çıkıyor. İzledikleri filmlerin yönetmenlerini takip etmeleri, senaristlerine bakmaları, müziklerin toplumsal süreç içindeki cidarlarını anlamaya dönük bir çaba bir keyif alma sürecini, bir birikime dönüştürebilir.
Ayrıca biraz içerik işçiliği de fena olmaz… Bilindik, sunulan, empoze edilen içeriklerden çok kıyıda köşede kalmış, parlatılmamış nice değerli sanat emeği olduğunu akıllarda tutmakta fayda var. Ben mesleğim olan siyasal iletişim açısından baktığımda insanı, karakteri ve çatışmalı süreçleri anlatan dramanın, dünyayı anlamımızda daha etkili olduğunu gördüm hep. Çünkü çatışmalı süreçler gerçek anlamda insan denen tasavvurun sınırlarını bize berrak biçimde verir.
Kadıköy 2018