Evren Barış Yavuz
“Sokağa çık, hayata karış” çağrısını uyup, sokağa çıktı. Bilinen bir video paylaşımcısı öyle demişti. Çıktı sokağa, hızlı adımlarla yürüdü, tam dendiği gibi. Nefesi kesildi, egzoz ve baca dumanı, toz ve metalik kokularla göğsü yandı. Korna çaldılar ona, omuz attılar, üzerine çamur sıçrattılar, öyle kötü baktılar ki, saçlarına baktı yansımada, üstüne başına baktı. Yansımada kendine baktı, kendine bakarken sağında solunda yansıyanlara baktı, akan araçlar, koşuşturan insanlar, kahırlı ağaçlar…
Bir kafeye oturdu, açık olan TV’de sessizce haberler vardı, gözü daldı. Öldürülen kız çocuklarına baktı, dövülen ve sürüklenen insanlara, mezar başlarında çocuklarına ağlayan yoksullara baktı. Bir çalışan gelip kanalı değiştirdi. İş hayatı kanallarından birini açtı, orada “gençlere kariyer tavsiyeleri” anlatan bir adam konuşuyordu. Sesi yoktu ama ne dediği belliydi. Rekabet çağında öne çıkmak istiyorlarsa neler yapmalarını gerektiğini anlatıyordu, “gençler geleceğe yöne verecek” diye KJ geçtiler sonra. TV’de kanal değişti, spor kanallarını açtılar. Kafede oturan gençlere baktı, telefonlara gömülmüşlerdi, çaylar soğumuştu, yemekler pörsümüş… Daha var, diye içinden geçirdi. Daha var… Çöle daha var.
Sokakta oraya buraya sığınan kedilere baktı, saçaklardaki köpeklere, oyuklardaki kumrulara baktı, ağaçların gövdelerine baktı. Yağmur düşüyordu, kirli bir kent yağmuru düşüyordu. Reklamların, billboardların, LED ekranların arasında geçti, sürekli, “satına al” komutuyla ona seslenen bunca şeyin arasından geçti. Oturacak bir yer baktı, eline telefonu aldı, arayacak birine baktı, açtı kendi fotoğraflarına baktı. Açtı başkalarının vaaz ettiği güne baktı. Öyle bir gün yoktu aslında, öyle bir mut yoktu, öyle bir umut yoktu. Hafta boyu kafes kuşları gibi didinip, hafta sonu kendini bir mekâna atıp, sabaha kadar kendine ağıt yakıp, pazar günü tüm gün uyuyup, ağrı kesiciler içip, pazar akşamı sıralanan dizleri izleyip sabaha ermişti insanlar. Pazartesi çarkı dönmeye başlamıştı. İşsizlerin öykünmeleri arasında çalışanların tutsaklığı, mutluymuş gibi yapan insanların arasında mutsuzların “yalan da olsa” o mutluluk haline ikna olmaya ihtiyacı vardı.
Koyu renkler vardı, koyulaşmış bir beyaz, koyulaşmış bir mavi. Çalınmış emeğin, parçalanmış doğanın, incitilmiş yaşamın için gezinip duran ruhların pazartesi. Henüz mutsuzluğa yürümemiş yollar, henüz mutsuzluğunu sadece kendine ait sanan bakışlar. Hepsi bir pazartesi için, bütün videocular, bütün TV kanalları, bütün LED ekranlar aynı yalanı söylüyor. Bu düzen sürsün diye, bu mutsuzluğun özel mülkiyeti devam etsin, bu saçmalık bize makul gelsin diye tüm bu dekorlar, kostümler, iddialı prodüksiyon…
Bu verili dünyadan umut etmeyi kesmekten söz ediyor, aynı mutsuzluğun tam içinden seslenenleri, ateşler yakıyorlar karşı kıyıda. Kabul ettikçe rezaleti daha da iyileşiyorlar, korkunçluğu gördükçe onarılıyorlar. Çünkü hakikattir bizim en güçlü silahımız, bedenlerimiz ve öykülerimiz bir silah gibidir hakikate temas ettikçe. Rezalet ve saçmalık içinde bir ateşi söz kuruyoruz.