Öfkesizce. Merhametle. Duvarda bir kırık sazın gölgesiyle. Konuşalım. Konuşalım ki kelimenin, sözün, hayatın aynı demirin pasında eridiğini anlayabilelim. Kendin için istediğin her hürriyeti “benim” için istemiyorsan orada paslanmıştır emeğin. Yüreğin paslanmıştır. Dilin paslanmıştır.
Dudaklarının arasından boşalan sesini dinle. Nasıl kadim bir coğrafyanın kelimeleri bunlar. Neredeyse her kelimenin izini sürsek bin yıl her kelimenin izini sürsek bin can. Sözün ve sözcüklerin böylesine nehirleştiği bir yerde ‘dil’ nasıl mahrem bir hal almaz?
Kafanı kaldır bak! Tüm yaşamının içinden geçiyor Garp‘ın dili yazarken, iki lokma yemek yerken çarşıda kendine üst baş alırken, bir dostunu telefonla ararken. Yaşamın tümünde garbın dili, egemenin dili, paranın beynelmilel dünyasının bütün dil efendileri. Elbette her dilde isyanın sözcükleri var. Elbette garbın dilinde de işçinin, kadının, sokakta dövüşenin sözcükleri var. Değil mi ki garptan gelince dil yadırgamıyorsun. Bilakis kurslara yazdırıyorsun ismini. Garbın dilinde eğitim veren kurumlar için sıralara giriyorsun. Sınavlara giriyorsun. Sokakta görüyor, dükkanda görüyor, metada görüyor yadırgamıyorsun. Elbette yadırgama. Paranın, sözcüğün sınırsız dolaşımında ‘zor’ kullanmadan dile duvar örmek mümkün değil…
Ama yadırgıyorsun Şark’ın dilini. On bin yıldır belki yan yana yaşadığın dili, halk türküsünü, alfabeyi, isyan sözcüklerini yadırgıyorsun. Çünkü şarktan geliyor. Sen bir kez yenilmişsen o iki kez yenilmiştir her savaşta.
Şarktan geliyor o dil donatımsız, dağınık, rakım en az ikibin metre. Oysa “kardeşinin” dili senin de dilin değil mi?
Birilerinin neden Kürtçe, Lazca, Boşnakça vs bildiği değil aslında sorun. Sen neden bilmiyorsun? Neden Rumca “günaydın” diyemezsin, Ermenice “hoşça kal”, Arapça “çok üzgünüm”, Çerkezce “ellerine sağlık”, Zazaca “kalbim çok ağrıyor” diyemiyorsun?
Devlet sana yalan söyledi. Sana devlet binlerce kez yalan söyledi. Bu devletin rejimi seni işsiz, seni geleceksiz, seni zorbalıkla yaşamaya mecbur bıraktı. Meclisinde sana yalan söylendi. Genelkurmay’ında sana yalan söylendi. Dersliğinde sana yalan söylendi. İşyerinde sana yalan söylendi. Sen hala devletine inanıyorsun. Gel bu defa bize inan. Yoksa içinde bir kibir, yoksa içinde halkına düşmanlık, yoksa içinde kardeşliğe kast eden cümleler. ki yoktur! Gel bu defa bize inan.
Ben Türkçe düşünüyorum. Ekmeğimi Türkçe’den kazanıyorum. Türkçe yazıyorum. Türkçe seviyor ve Türkçe bir güzel lanet ediyorum bu dünyaya. Ben dediğim milyonlarca kalabalık Türkçeyi nadidemiz sayıyoruz. Devlete rağmen güzel öğrenmeye çalışıyoruz, güzel konuşmaya.
Ahmed Arif “seni sevmek felsefedir kusursuz, imandır korkunç sabırlı” Türkçe diyor. Yaşar Kemal Türkçe anlatıyor Mezopotamya’nın en ‘ince Memed’ romanını.Yılmaz Güney Türkçe sesleniyor duvarların ve sürgünlerin derinliğinden. Şikayetimiz yok Türkçeden neden şikayetin var bizim anadilimizden?
Anadil mektepsiz olmuyor, kitapsız olmuyor. Kaybolup gidiyor baksana. Rize’den Hakkari’ye binlerce köyün adı değiştiriliyor, tarihi yağmalanıyor. Bu barbarlığa nasıl ortak oluyorsun? Garptan gelene heves ediyor da şarktan gelenden nasıl inciniyorsun?
Dil bir öfke biçimi değil, bir affetme biçimidir. Dil uzun sürer. Dil öç alır. Dil unutulur. Şimdi Midyat’ta bir Süryani’nin, Artvin’de bir Gürcü’nün, Sakarya’da bir Çerkez’in dilini kendi dilin kadar mukaddes saysan. Coğrafyanın bu çiçek bahçesiyle övünsen, dili bir kavganın değil de barışmanın aracı haline getirsen.
Biz cümleten Anadolu’da uzun bir Şark’ıyız.
“tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.” Michel Foucault
2011, Ankara
Comments are closed.