“Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak, iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır.” (H. Arendt, Vies politiques)
“Hayaliniz yok, sevdalanmıyorsunuz, yaratmıyorsunuz. Yalnız satıp alıyorsunuz. her yerde maddiyat sevgi hiçbir yerde-hiçbir yerde gerçek” [Alexis’in cenazesinde dağıtılan mektuptan, 2008]
Bir emek olarak iyiliği, bir erdem olarak cesareti, bir yaşam olarak etiği temsil etmeliyiz. Bu çağın en güçlü politikası budur.
Bir çağ olarak içinde binlerce zamanı saklayan bu sarsıntının içinde gözlerimizi kocamana açtık. Bir ışık, bir anlam, bir anlatım bekliyoruz. Birinin gelip “tüm bu tanık olduklarınız, tüm bu maruz kaldıklarınız geçti, bitti artık, hadi toparlan” demesini bekliyoruz.
Toparlanın çünkü hiç bir yere gitmiyoruz.
Avuç içi kadar mülkiyetimiz olmadığı şu coğrafyada onlarca mezarımız bir dolu sözümüz var. Bir dolu şarkımız var ezbere söylediğimiz. Varlığımız anlamlı kılan ne mülkiyetimiz, ne okullarımız, ne işlerimiz… Anlamı kuran da bağladığımız güzelliğin şiddetli hali.
Yeşil, kırmızı ya da gri pasaportumuz yok. Bu topraklar dışında evimiz barkımız yok. Burada mülkümüz, makamımız yok. Bir sürü yok. Yokluk gibi değil, yoksulluk değil, bir karşılıksız sevme hali bu. Bir seviden fazlası, bir bağlanma epiği.
Toparlanın hiç bir yere gitmiyoruz
Evde biraz kitap, iki lokma ekmek, duvarda asılı Mahir fotoğrafı vardır. Belki bir kedi, bir köpek can atımı… Bir çocuk neşesi, İki selam, bir dolu kederli şarkı sözü. Bu dünyanın en güçlü barikatı budur.
Bir sihir saklıdır biriktirdiklerimiz içinde. Neşemizin içinde bir büyü vardır. Yoksa nasıl dayanılacaktır olan bitenlere. Yoksa nasıl sabah kalkıp, aynada suretimizi toplayıp, gündelik çarkların içine dalacaktık.
İncelikle, sabırla, bir taşı işler, bir kuşu besler gibi, hoyrat bir acelecilikle değil, hak edilmiş bir hünerle işledik yaşama büyümüzü.
Toparlanın hiçbir yere gitmiyoruz
Mahvolmak için elinizden geleni ardına koymuyorsunuz, hep en zorlu, en yüklü işlere meylediyorsunuz ya; hepsi anlatacak bir öyküyü hak etmek için. Biliyorum.
Bu zamanın korkunçluğuna şiir ve felsefe bir yanıt verebilirdi ama her ikisi de korkakların elinde metin oyuncakları olmuştu. Ondan olacak ikisini de saklayarak, içimize gömerek aklımızda tuttuk.
Özledik güzel bir günü, kaybedilmiş çocukluğu, çalınmış gençliği özledik. Özledik henüz bilmediğimiz bir anı, bir balkonda serin bir akşamı özledik. Özlemekten delirdik, özlemekten çıldırdık. Özlemekten ibaret olduk. Lakin… Özlemekler içinde en zor olanı kendini, kendine dair anımsadığın güzel şeyleri özlemekti.
Büyüsünü kaybetmiş, üzüm bağları gibi büyüsü bozulmuş çağın içinde kendimize dairdi en derinlikle özlem. Bir kendilik, bir benlik, bir olmak hali…
Tanımlardan, ithamlardan, düşmanlardan, ihtiyaçlardan, zorundalıklardan ötede bir ben hali…
Bize yaşama kılavuzu yazan her nevi beşerin küstah kelimeleri kum gibi eridi hakikatin şiddet altında. Kılavuzlar, reçeteler, basma kalıp sözler eridi. Çöl oldu hepsi. Karşılığı olmayan bütün savurgan sözlerin, üç kuruşa tamah etmiş bütün kelimelerin biriktiği bir çöl.
Çöldeyiz. Dönüp onlara sesleniyoruz sıcak bir öğle vaktinde. Yenilmiş gibiyiz ama yenilmedik, dövülmüş gibi ama yaramız yok.
Sesleniyoruz, ah sizin hakikatle sınanmamış, yoklukla, yoksullukla demlenmemiş, incelikle ve sabırla derinleşmemiş, kinle ve öçle bilenmemiş, iki yakası hep bir araya gelmiş, bakımlı ve korunaklı hayatlarınız. O hayatlarınızın yaptığı politika işte bu kadar çiğ, bu kadar kırılgan.
Toparlanın hiç bir yere gitmiyoruz. Biliyorum, denemişizdir bazen, herkes gibi olmayım diye uğraşıp dururuz. O kadar uğraşın bedeli çınlar kulakta, hiç kimse haline geliriz. Başkaya öykünmeyin, öykünüze sahip çıkın… Çünkü biz hiçbir yere gitmiyoruz.
Hikayemiz tüm dinlerden ve devletlerden güçlüdür. Dünyanın teninde sömürmeden sömürülmeden sadece yaşamak ve o tene karışmak istiyoruz. Dünyanın tenindeki yerimizi almak, huzurla uzanmak ve tüm bu tantana bittiğinde adımızı keyifle taşıyan, nefessiz bedenimizi sırtlayanların gururlu omuzlarını hissederek, karışmak istiyoruz, hiçliğe karışmak…
O vakte kadar kalbimizin içini kan ile dolduran büyü bizi biz yapmaktadır. Çocukların, kadınların, hayvanların, ağaçların bir ahı vardır. Onu da bizi soracağız, bunu anımsatıp duracağız ilk başta kendimize. Herkes unutsa da biz unutmayacağız, çünkü hiçbir yere gitmiyoruz.
Bir zorbalık karşısında yenilmekten daha kötüsü ‘yenilmeye ikna olmaktır.’ İkna olmayanlarız biz, kollarız, iğne ile kuyu kazarız, yer ararız.
Aslında hepimiz yaşamaya mazeret olacak denli güçlü bir anlam arıyoruz. Acımazlık çağında merhamet sahibi olmakla sınanıyoruz. İyilik adına her şeyimiz bizi yalnız kılıyor.
“no queremos sobrevivir, queremos vivir”-
Hayatta kalmak istemiyoruz, yaşamak istiyoruz. Hayatta kalmakla sınırlanmış cümle tanımın ötesine, yaşadıklarımızdan bir hayat yapmak istiyoruz.
Delirmenin bir adın sonrası, ses duvarını aşmak gibidir böylece. Sen önden gidersin, duygun sonra gelir. Yaşamak ve delirmek sınırı. Savaşmak, şiir yazmak ve intihar etmek, hepsi iç içe geçen bir dünyaya itirazların biçimidir. Var olan dünyayı kabul etmemek, ona biçilen rolleri üstlenmemektir.
Bu toprakların öyküsü bu çocukların kara, kanlı, ince hikayesinde temize çekilir.
Bu ülkede çocukların yoksulluktan, hoyratlıktan, kırıcı sözden, yıkıcı şiddetten kalan izleri vardır, o izleri silemez hayat, silemez aşk, silemez politika.
O izleri silemezler. O izleri, silecek olan yine bizleriz. O izleri çiçeklendirecek, o izleri bir utanmak vaktinden bir övünç vaktine çevirecek olan bizleriz. Dünyanın bozulan büyüsünü yeniden yapacak, sıradan bir anın içinde bir çılgınlığa teşne olacak olan yine bizleriz.
Unutmamaktan, ağaç yapraklarının sesinden, denizlerin karardığı saatlerden bir ülke yapacağız kendimize. Bizim kuracağımız cumhuriyet falan her neyse onun anne yasası Ece Ayhan şiirlerine göre yazılacak.