Uzun süredir biz söz dolaşıyor dilimize, “Ciddi derecede hasta bir topluma adapte olmak sağlığın sembolü olamaz.” Bir psikiyatri kliniğinin duvarına yazıldığı aktarılan bu İspanyolca duvar yazısının, kendi içinde bir sihri var. O sihir tam da bütün uyumsuzların, ayak uyduramayanların, sadece yoluna bakamayanların içine su serpen kalabalık olma hissi.
Bu dünyanın hastalanmış kurgusuna uyanamadığı için, yakın çevresinden, ailesinden, iş arkadaşlarından sürekli tembih dinleyen, akıl verilen, hiza çizilen kocaman bir ailenin birbirine gönderdiği gizli bir mesaj saklı duvarın içinde.
İktidar olmuş bir aklın, geriye kalanı bu akla çağırdığı ve bütün itirazların bu akıl tarafından yoksandığı günümüzün yaygın kitle iletişiminde, delirmenin bir estetiği olacaksa, onu bu duvar yazısından damıtılacak.
Delirmenin kalabalığını, kalabalık bir uyumsuzlar ordusunu bir araya getirmekten söz edecek bazıları, bazılarının içinden bu geçecek. Çünkü mevcut zamanın tüm kurum ve alışkanlıklarına, tüm yapılarına, yumuşak şiddetine, tehditkar uyarılarına aldırış etmemek isteyen bir kuşak belirmektedir.
Bir asi kuşak. Bir asileşmiş kuşak, oysa bir çoğu bu zamanın korunaklı evlerinden, bakımlı yollarından geldiler. Bir çoğu büyük haksızlıkları sadece uzaktan seyretti. Bilemedi haksızlığın kendini nasıl bir hakikat olarak ortaya koyduğunu…
Bilemediler, yorulup düşenlerin üzerinde yükselen servetlerin, konforların, ışıltılı akşamların bedelini. Onlara öğretilmiş bir zamanın içindeydiler bir çoğu, öğretilmiş bir aşkın, hiç öğretilmemiş bir dostluğun yoksunuydular. Şimdi bir asi kuşak oldular. Dost oldular, aşık oldular ve bu hastalanmış toplumun içinde delirmenin zarafetini alarak yüksek sesle bağırıyorlar.
1970’den Kalan Ses
Almanya’da asi bir kuşak belirdi. Konforla zehirlenmişlerdi. Öğretilmiş ve kontrol edilen ‘marjinallik’ törenlerinden sıkılmışlardı. Onları kuşatan şeyi seziyorlardı ama henüz belirgin göremiyorlardı. Çünkü birer birer düşüyorlardı zamandan. Birer birer işsiz kalıp, depresyona girip, kendi canına kıyıp, birer birer adları aynı kalabalığa yazılıyordu.
Heidelberg Üniversitesi’nin odalarında Şubat 1970’te kurulmuş olan “Sosyalist Hastalar Kolektifi” adıyla bir araya gelen yüzlerce insan, hastalık kavramını alt üst edecek biçimde kapitalist aklı ve deliliği tartışmaya açtılar.
Dünyada 68’in büyük etkisi hala ruhları henüz taze biçimde heyecana boğuyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam ve Kamboçya işgali yeryüzünden tüm öğrenci hareketleri benzer sloganlar ve benzer duygularla aynı şemsiye altına topluyordu.
Dünyanın her yerindeki ‘yerleşik’ler gibi aileleri onlara iyi bir okul, iyi bir iş, iyi bir eş, iyi bir yurttaş olmalarını ve tüm bunları olurken, en yakınındakinden başlayarak rekabet etmelerini salık veriyordu.
Milyonlarca insanın aynı öyküyle yönlendirildikleri yaşam biçemleri, bir huniye döküken şiddetli bir su gibiydi. Huni dardı, taşanlar ve delikten geçip, testiye dolamayanlar çoktu.
Aileler, televizyon ve sistemin bütün araçları aynı yerleşik öyküyü anlatırken, kentlerin satır aralarında bir ‘göçebe’ öykü dolanıyordu.
Bir asi ses yankılandı; “Yoldaşlar!” deniyordu Haziran 1970 tarihli SPK “Patienten-Info”nun bir numaralı sayısında, “öncelikle açık ve kesin bir şekilde devrimci bir edim olarak kabul edilmeyen terapotik bir edim olamaz.” çağrı çok açıktı… “Hastalık” diyordu SPK, “tekil insanlarda gerçekleşen bir şey değildir, hasta olan toplumumuzdur.”
Kişiye indirgeniş hastalık tanımını aşan çağrı ve meydan okumada ‘Hastalık’ diye adlandırılan şey, aslında kapitalizmdeki “toplumsal çelişkilerin bilinçdışı bireysel ifadesi”ydi. Bizi hastalandıran, bizi hastalık tanımlarıyla kuşatan şey toplumun içinde taşıdığı örtük yıkımdı.
Huniye boşaltılan suyun şiddetinden, dışarıya taşanların şu ya da bu biçimde adlandırılmasına dayanan sistemde, ifade edilen klinik, sistemi aklayan bir rol oynuyordu. Belki de bir çok biçimde hastalık işaret ediliyor ama hastalığın içinde geliştiği toplumsallık gizleniyordu.
Bu anlamda SPK’nın “yoldaşlık” çağrısı, “Hastalar için hastalıklarına karşı sonuca ulaşabilecek, yani nedensel, yalnız bir tek mücadele vardır, hastalık yapıcı, özel mülkiyetçi-ataerkil toplumun kaldırılması.” İtirazın hedefinden bulunan kurumsal psikiyatri hastayı, zaten kendini hasta etmiş olan ilişkilere yeniden kazandırmayı hedefliyordu. İnşa edilmiş normalin, ona tabii olamamış hastayı yeniden ve yeniden ikna etmesi.
İlaç, elektrik verme, hücreye kapatılma, sistematik dışlama, terbiye etme ve uyuşturma… SPK tüm bu müdahalelerin ötesinde bir iyileşme olarak kurtuluşu işaret etti. Hasta görünüşte bir zaaf olan hastalığını kolektif dayanışma ve açığa çıkarma yoluyla kendine dönmüş talihsizlikten, yaşatılan talihsizliği bir bilinç biçimine dönüştürerek politikleştirmek…
Hastalık örgütlendiğinde artık sadece iyileşmez, hasta eden tüm düzenin sistematik eleştirisine dönüşür. Bu eleştirinin içindeki kolektif hareket, hasta edilmişleri doğrudan devrimci bir durumla yüz yüze bırakır.
1970’ler dünyanın tümünde, asi kuşakların, “Ne Yapmalı” sorusuna yanıt aradıkları, bölgesine, akımına, diline göre farklılıklar gösteren anarşist, maoist, sosyalist, feminist cevapların havada uçuştuğu bir zamanın adıydı.
SPK, özelleşmiş bir alanda, yerleşik bilgi sistemlerini de eleştiren ve mesleki disiplinlere meydan okuyan cüretkar çağrının deneyimiydi. SPK yayını olan Info’nun 38. sayısında “(Devrimi) yalnız hasta, kırılmış varoluşundan başka kaybedecek bir şeyi olmadığını anlayanlar yapabilir.” Bu önermeyi “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” proletaryayı işaret eden Karl Marx’ın sarsıcı manifestosuna da bir atıf özelliği de taşıyordu apaçık. SPK’nın deneyiminde devrimci özne vurgusu, sadece yerleşik yaşamın kıyılarına savrulmuş, ‘tutunamamış’ insanlara yönelik değildi sadece, vurgu “Hepimiz hastayız, o halde hepimiz potansiyel devrimciyiz.”
Bu köklü eleştiri ve örgütlü karşı çıkış kısa sürede mesleki otoritenin ve devlet otoritesinin dikkatini çekmeyi başardı. Özellikle alanda çalışan akademik otoritere SPK’nın çalışmalarını, metinleri ve topluluklarını kıyasıya eleştiriyor, “hastalara” zarar vermekle suçluyordu.
Aynı süreçte Alman solunun geleneksel yapılarından kopan ve hızla radikalleşen toplulukları mercek altına alan Alman devleti ise SPK’nın çalışmalarını tehlike olarak görüyordu.
SPK tarafından organize edilen çalışma grupları ve ‘terapi’ topluluklarında, toplumsal ilişkiler, din ve ekonomi, cinsiyet temelli tartışmalar olmak üzere bir çok alanda atölyeler yapılıyordu.
SPK için artık hasta-doktor ayrımı kalkmıştı. Hastanın “nesne rolünün” ifadesi olarak hasta-doktor ilişkisi kaldırılmak isteniyordu zaten. Bunun yerine “her hasta kendisinin ve diğer hastaların terapisti” olmalıydı. Bir karşılıklı iyileşme ve iyileştirme deneyimi vardı. Bu deneyim hasta olarak işaretlenmiş olanı yeniden sisteme dahil etmek yerine, dışına düştüğü sistemin tutarlı eleştirisini yapan öznelere, devrimcilere dönüştürüyordu.
Tanık: “İnsan başkalarıyla korkusuzca ilişki kurmanın mümkün olduğunu hem diğerlerinde görüyor, hem de kendinde hissediyordu. SPK’da kolektifliğin çok özgürleştirici, tatmin edici ve ümit verici olduğu ve bireysel gelişime kesinlikle karşıt olmadığı görülüyordu.”
Böylesi bir çabanın akademik anlamda tecrit edilmesi, mesleki anlamda hedef gösterilmesi kısa zamanda kolektif bir yalnızlığa dönüştü. 1970 sonbaharında SPK’nin Heidelberg Üniversitesi’nden çıkarılmasına karar verildi. Çalışma alanları daraltılan, araştırma bütçeleri kesilen, üniversite yöneticiler tarafından etkinlikleri yasaklanan kolektif, tüm güçleriyle teşhir ettikleri mekanizmaların birer birer hedefi oluyordu.
24 Haziran 1971 günü sabah saatlerinde Wiesenbach kentinde bir polis arama noktasına ateş açıldı. Ateşi açanlar yakalanmadıysa da o dönemde Federal Almanya’yı sarsan Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) olağan şüpheliydi. Bu eylemi fırsat bilen polis, soluğu SPK’nın çalışmalarını yaptığı mekanlarda aldı. Saldırıya yardım etmek iddiasıyla 8 kolektif üyesi gözaltına alındı, 2’si ise tutuklandı.
Bu operasyon SPK’yı daha da netleştirdi. Üniversiteler, akademik çevre ve yayınlar, federal Alman Sağlık Bakanlığı ve şimdi de polis… SPK’yı bir arayış olarak ortadan kaldırmak isteyen tüm güçler işbirliği içindeydi. SPK bu işbirliğine keskin bir yanıt verdi.
13 Temmuz 1971’de son bildiri yayınlandı. Üzerindeki SPK harfleri karalanmış ve yerine RAF yazılmıştı. Altında bir şiirsel yanım vardı: “Kuşatılmışsak, uçar gideriz.”
Bir ileri kapitalist ülkede psikiyatri hastaları başta olmak üzere sistem tarafından hasta edilen insanların ve onlara ‘doktorluk’ yapması beklenen (aksine yoldaşlık yapan) kişilerin kurduğu kolektif yasal alanda kalamadı.
SPK, süreç içinde radikalleşti, Kızıl Ordu Fraksiyonu ile bütünleşti ve farklı dönemlerde canlandırılmaya çalışılsa da “Alman Sonbaharı” içinde kesintiye uğradı.
Jean-Paul Sartre, 17 Nisan 1972, Aus der Krankheit eine Waffe Machen Kitabı
“Sevgili Yoldaşlar,
Kitabınızı büyük ilgiyle okudum. Onda yalnızca anti-psikiyatrinin olası biricik radikalleştirilmesini değil, akıl hastalığının sözde “tedavileri”nin yerine geçmeyi hedefleyen tutarlı bir pratik de buldum.
Genel olarak bakılırsa Marx’ın yabancılaşma sözcüğü ile kapitalist topluma özgü genel bir olgu olarak anladığı şeye hastalık adını veriyorsunuz. Haklısınız.
1845’de Engels, İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’nda şöyle yazmıştı: Kapitalist sanayileşme ile öyle bir dünya yaratıldı ki, bu dünyada “yalnızca hem fiziksel hem ahlaki olarak hayvani bir düzeye gelmiş, insanlıktan çıkmış, alçalmış bir insan ırkı kendini bu dünyalı hissedebilir.”
Bir İhtimal Olarak Yeni Yaşam
Almanya’da kısa zaman aralığında büyük ses getiren ve hala güncelliğini koruyan sorular soran Sosyalist Hastalar Kolektifi, metropol yaşamı içinde sıkışan, düzenin dışına savrulan tüm kimlikler için ‘hastalık’ dışında bir tanım ve çözüm arıyordu. Bu ilham verici çabanın, kurumsal siyaset ve akademi tarafından neredeyse silah zoruyla bastırılmasının altında, aşırı derecece kişiselleştirilmiş dünyanın içinde toplumsal bir bir yanıtı araması vardı.
İçinde bulunduğumuz kalabalıkların, “normal” tanımı içinde sıkıştırdığı dehşetin, haksızlıkların, zorbalıkların tanığı ya da muhatabı olmuş insanların, ‘hasta’ olarak tecrit edilmesine, yaralanmasına karşı hala güçlü karşı çıkışlar gelişebilir.
Kapitalist uygarlığın üzerinde yükseldiği tüm süreçler birbirini ardına çözülürken, dünya kendine yeni bir yol arıyor. Maddileşmiş yaşamın içinde manevi olanı, hissi olanı arayan insanlar zayıf görülüyor. Rekabet etmek istemeyen, yarışmayan, yenmeyen kim varsa cılız olarak yaftalanıyor. Ne zayıfız, ne cılızız ne de aptal…
Bu düzenin süslü katmanları altında kesif bir karanlığa gömülmüş, sonsuz ışıltılarla kör edilmiş, yaşama ait olmayan konforlar tarafından esir edilmiş yeni bir yaşamın nüvelerini görebiliyoruz. Bizi anti-depresan’larla, uyku haplarıyla yatıştıran. Vitaminlerle, enerji içecekleriyle, gıda tozlarıyla ayakta tutan, işe gitmeye, okula gitmeye, yerleşik zamanı sürdürmeye ikna eden tüm araçlara bir göçebe tedirginliği ile bakmayı denemekten söz ediyorum.
Yararlanılan Kaynaklar:
Underground Poetix, Hazırlayan; Şenol Erdoğan, Çeviren: Burcu Denizci
Sozialistisches Patientenkollektiv, Çeviri; Sertan Batur