Terra Nova

Categories Genel, YazılarPosted on

Bir kuşağın öyküsü yazılmalı artık. Bizimkilerin. Saçlarını rüzgarların dağıttığı çocukların, ışıltılı reklamlara, vaat edilen konumlara, itibar edilen muktedirlere aldırmayan bir kuşağın öyküsü yazılmalı.

Bir kuşağın öyküsü yazılmalı artık. Bizimkilerin. Saçlarını rüzgarların dağıttığı çocukların, ışıltılı reklamlara, vaat edilen konumlara, itibar edilen muktedirlere aldırmayan bir kuşağın öyküsü yazılmalı.

Kadıköy’de bir akşam üzere, yağmur bozuğu yüzlerde. Harıl harıl bir sokaktan öbürüne geçiyoruz, nefes nefese konuşuyoruz, hınçlıyız, delirmişiz belli ki. Bir çay ocağının duvar kenarında soluklarımız dinlenirken, “elbet birgün buluşacağız”….

Sokaktan Aziz geçiyor, tanışız bir yerlerden. Yanında kaba montlarına sarınmış çocuklar. Sesi dağınık, yüzü yorgun, gülüşü gencecik.

Telefondan bazı videolara bakıyoruz, bir yandan elim içim makam tutuyor çaycıyı dolduran  suzinak şarkıyla. Duvarda yazılar var, rüzgar var sokak arasında, kumrular var sığınmış, kargalar var ıslak kedi maması yiyor… Yamru yumru sokak lambası sönmeye doğru, topuklu ayakkabı sesleri uzaklaşmaya doğru, Nejat ise gitmeye doğru.

Konuşuyor anlaşamıyoruz. Genç ölmenin erdeminden ve şiir yazanların ahmaklığında söz ediyoruz. Bunlarda hem fikiriz ama kendimize güzel bir ölüm seçemiyoruz. Onun seçtiği ölüm buradan uzaktan, benimki buracıkta, bu semtin satır aralarında.

Çevirilerden öğrendiğimiz bir dil var dilimizde sıyırıp atmak istediğimiz. Bize dair değil sanki kullandığımız betimler. Adlandırmalarımız sanki hakikate yaklaşmıyor. Hepi topu otuzlu yaşlarımıza değmek üzereyiz, bir izah arıyoruz dünyanın taştan yığılmış varlığını yıkmak için. Otuzlu yaşlarımıza henüz değmişiz, 20 yaşlarımızı bir hınç ile vurmuşuz zamanın çeperlerine. Sanki hiç uyumamış gibiz, sanki hiç doymamış, sanki hiç sevinmemiş gibiyiz. Bir dil var dilimize dolanan, onu yıkmaktan ve dilsiz kalmaktan söz ediyoruz. Hiç korkmuyor muyuz? Hiç!

Kadıköy’e düşüyoruz yine, Karga’nın önünde durup içeriye bakıyoruz. Ben şömineye yaklaşıyorum, sıcak, odun ateşinde yüzüm ısınıyor. Odun ateşi büyülüyor beni, mekanı dolduran ritim içimde dönüyor. Birileri ayakta salınıyor, birileri kahırlı gibi ama değil, birileri uzaklara bakar gibi ama uzak yok burada…

Ben kaybolup gidiyorum Yeldeğirmeni… O yokuş aşağı iniyor, uzaktan dalgakıranın ışığına bakıyoruz, uzakta bir dalgakırana gidiyor o, bir dalgakıran. Yaşından fazla yaşamakla ilgili bazı hasarlar, sevmek ama seviyi yakıştığı gibi icra edememek ile ilgili hüzünler var.

Evdeyim. Ev sürgünler geçidi. Her odada kanepede bir sonbahar. raflarda kitaplar dağınık, sehpada biblolar dağınık, valizler dağınıklık, çocuklar dağınık, elbette de aşkalar dağınık…

Kalkıp biri işe gidiyor, biri kalkıp mülteci kampına, biri kalkıp kahve suyu koyuyor, ben oturuyorum. Camdan bakıyorum yine o dalgakıran. Camdan bakıyorum, ben yürüyorum, kendime bakıyorum, gidiyorum işte, elimde asker valizi, diğer elimle yüzümü ovuyorum. Yüzümde kederden bir iz kalmış, “afedersiniz yüzünüzde kederden bir iz kalmış”, mendilini uzatıyor birisi, onu öpüyorum, valizimi üç paraya bozduruyorum, yüzümü yeniden ateşe basıyorum, bir fotoğraf çekiniyorum bir duvar yazısının önünde, duvarda ne yazıyor; “cesaret bulaşıcıdır”

Neşet ertaş dinliyorum. Dünya yalandır. Dinliyorum içime bozkır çeke çeke. Bozkır’ın kendine has bir kimyası var, bir havası, suyu var bilmiyorum, bariz bir çirkinlik ama bozkır içinde bir benlik kendine doğru derinleşiyor. Bozkır kokuyorum şimdi. Ankara’da bir gece kendime verdiğim sözleri ezberden tekrar ediyorum. Ezberden ama unutursam diye kalbimiz sıkıca tutuyorum. Unutursam kalbimi sıkıca sıkıyorum. Çünkü unutmamaktan yapılmayız biz. Bizim mayamızı hatırlamakla kutsadılar, unutmayarak ve hınç duyarak, dostların omuz başlarını öpüp, düşmanlarımızın neşelerini bozmak üzere bizi yeryüzüne nakşettiler. Kimse bilmez bunu, bunu bize kimse demedi. Biz kendimizi bu zamandan bir kör bıçakla kazıdık. Bir kör bırakla bu çağdan ve çağın cümle ifade oluşundan kendimizi yaralamak pahasına söktük.

Kanımın sıcağını hissediyorum, nabzımı dinliyorum. Kalbim gövdemi hafifçe sarsıyor. kalbim kan zerk ettikçe tenime, bir yaşama ürpertisi. kanımda kardeşlerimi duyuyorum.

Kanımda kardeşlerimin nabzını. İsimleri bir gül bahçesi, yüzleri kış ormanları gibi görkemli, cesaretleri çağımıza ilham verecek semt çocuklarının adlarını ekliyorum ezberime.

Kadıköy’de bir sokak arasında, Esat’ta bir yokuşta, Karataş’da bir merdivende, Porsuk’ta bir köprü üstünde birbirine sıcak kelimelerle seslenmiş bir kuşağın öyküsü yazılmalı artık.

Cebindeki bütün parayla pahalı giysiler alıp, intihar edip ya da çöl kentlerinde savaşmaya gidecek denli rüzgarlı bu kuşağın büyük kardeşliği bilinmeli artık.

Metropol kentlerinde, üniversite falan okumaya çalışıp, yeryüzüne biteviye şiir döken çocukların henüz kurulmamış ülkesi kurulmalı artık.

Alınlarından ve yüzlerinden öpüyorum.

Ben yürümeye devam ediyorum.

Kanımın değil ama canımın seçtiği kardeşlerimi hatırlamak üzere bir çağı başlatıyorum.

Ekim 2018, Kadıköy, Trip Dergi

Comments are closed.